Dîvân Şiiri ve Pâdişâhlık
Tanpınar, 19uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi isimli eserinin girişinde; bir tasavvur olarak padişahın, Klasik İslam Şiirinin, hassaten İran şiirinin ve onun tesir sahasındaki Klasik Türk şiirinin nasıl temel bir unsuru olduğunu izah ediyor:
…
Saray aydınlığın ve feyzin kaynağı muhteşem bir merkeze, hükümdâra, onun câzibesine ve irâdesine bağlıdır. Her şey onun etrafında döner. Ona doğru koşar. Ona yakınlığı nisbetinde feyizli ve mesuttur. Çünkü bir sarayda olan her şey hükümdarın iradesi itibariyle keyfî, az çok ilahî/Allahlaştırılmış özü itibariyle de isabetli, yani hayrın kendisidir. Hükümdar, gölgesi telakki edildiği manevî âlemi, Allah’ı - Müslüman Şarkta olduğu kadar Hıristiyan Garpta da - nasıl yeryüzünde temsil ediyorsa hayatı da öyle düzenler. Bütün tabiat ve eşya, müesseseler onun temsil ettiği bir hiyerarşiye göre tanzim edilmişti. Aşk, zihnî hayat, hayvanlar ve bitkiler âlemi, kozmik nizam, varlık, hattâ adem (çünkü ölümün ve ahretin karşılığı olarak bir « saray, serây-ı adem» vardır), bütün mefhumlar, vücudumuzun kendisi, hepsi saraydır. Hepsinin hükümdarları vardır. Bütün Ortaçağ ve Rönesans edebiyatlarında ve hayal sistemlerinde görülen bu saltanatların bir kısmı her kültürde birbirinin aynıdır. Hayvanlar arasında en gösterişlisi olan aslan, çiçekler arasında gül böyledir. Buna mukâbil Avrupa Ortaçağ ve Rönesans edebiyatlarında bu saltanat ağaçlar arasında meşe ve gürgene giderken bizde edebiyatımızın daha sıkı şekilde şehre kapalı kalması yüzünden çınar en muhteşem ağaç addedilir. Hükümdara benzetilmese bile şeyhe, mürşide benzetilir.
Binaenaleyh aşk da bu cinsten bir istiâre olacak, sevgili hükümdâra benzeyecekti. O kalp âleminin hükümdarıdır. Bu sistemde hükümdara, dolayısıyla sevgiliye asıl hususiyetlerini veren güneştir. Ortaçağ hayallerinde hükümdar daima güneştir. Onun gibi kendi menzilinde ağır ağır yürür. Rastladığını aydınlatır. Gül, bulunduğu yeri, tıpkı güneş gibi parıltısıyla bir merkez, bir nevi saray yapar. Hayvanlar âleminde aslanın hükümdarlığı da yüzü güneşe benzediği içindir. Böylece hükümdara, dolayısıyla güneşe benzeyen sevgili, onun unvan ve vasıflarını, kudretlerini elbette ki taşıyacaktır.
İşte edebiyatımızın aşk etrafındaki hayalleri bu sistemi bize verir. Sevgilinin bütün davranışları hükümdarın davranışlarıdır. Sevmez, bir nevi tabiî vergi gibi sevilmeyi kabul eder, isterse iltifat ve lütfeder. Hattâ hükümdar gibi ihsanları vardır. Yine onun gibi isterse, bu lutfu ve ihsanı esirger. Hattâ cevr eder, işkence eder, öldürür. Kıskanılır, fakat kıskanmaz. Bir saray, bir yığın mabeyinci, gözde veya gözde olmağa namzetlerle doludur. Sevgilinin etrafında da rakipler vardır. Âşık tıpkı bir saray adamı gibi bu rakiplerle mücadele halindedir. Hülâsa saray nasıl mutlak ve keyfî irade, hattâ kapris ise, sevgili de öylece naza giden hür iradedir. (Ahmed Hamdi Tanpınar, 19uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi sayfa 5-6, Çağlayan Yayınları, 1988)
…
Burada yapılan tespit, dikkatlerden kaçmaması gereken bir ehemmiyete sahiptir. Kitabın Dîvân şiirine hasredilen giriş kısmı, Dîvân şiiri aleyhinde bir sûret taşımakla beraber; sırf bu tespit vesilesiyle bile Dîvân şiiri okurunun dikkatini çokça hakediyor. İlk bakışta burada “büyünün bozulduğu” zannedilebilir, belki de müellif dahi böyle umuyordu. Eğer bu asil edebiyatın tüm âlet edevâtı, pâdişâh fikrinin çâresiz bir aksinden ibâretse hakîkaten “antika” sayılsa gerektir. Fakat evvelâ şiirin dışındaki pâdişâh tasavvurunun keyfiyyetini, sonra da sembollerin irfânî cihetini hesâba katarsak; ikisi arasındaki uygunluk bize daha olgun fikrî meyveler verecektir.
Her şeyden önce, pâdişâhın varlığının da bir sembol olduğundan bahsetmek istiyoruz. Yani kadîm insan nezdinde pâdişâhlık makâmı da bazı temsiller ifâde ediyordu. Akla ilk gelen ve en mühim temsil, Allah’ı temsildir. “Hakk’ın dîvânı” tabiri her ne kadar Klasik edebiyatımızda karşımıza çıkan bir tabir olsa da, bu tasavvurun çok daha eski olduğunu reddetmek mümkün değildir. Hakîkaten kadîm insanlar, farklı dinlere de mensup olsalar ilahî kudret ve hâkimiyeti dünyâdaki hükümdârlara bakarak idrâk etmişlerdir. Pâdişâhlık fikrine bu nokta-i nazardan bakacak olursak, pâdişâhların şahsından müstakil olarak pâdişâhlık fikrinin bir mânâya sahip olduğunu görürüz. Kendisi de bir temsil ve sembol olan pâdişâh, şiirimizdeki tesir sahasını ancak irfânî cihetten yüce olanı (ilâhî kudret ve melekûtu) temsil ederek elde etmiş değil midir? İster tamâmen ilahi aşka, ister bir beşere dâir olsun; klasik edebiyatımızdaki bu gönül pâdişâhlığının maksadı sevgiliyi daha yüce bir makâma yerleştirmektir. Yoksa edebiyatımızda âşık, sevgilinin katını zâten göz önünde ve ulaşılabilir bir yer olarak tasavvur etmek istemez. Hele murâd olunan ilâhî aşk ise, vehimlerin erişemediği bir yerden bahsedildiği mâlumdur. Bu noktada Tanpınar’ın güneş sembolünü padişahlığa hamletmesini doğru bulmadığımızı da söylemeliyiz. Güneş, pâdişâh fikri mevcut olmasaydı da görünen gökte merkezî bir makâm arz ettiğive tüm nûrun kaynağı olduğu için yine sevgiliyi temsil ederdi. Tanpınar güneşi kraliyet cihetinden kazandığı mânâdan yola çıkarak izah ettikten sonra, gülü de güneşe hamlederek zincirleme bir hatâ yapmış bulunuyor. Hakîkatte bu üç sembol de birbirinden ayrıdır.
Yani demek istiyoruz ki pâdişâh kadîm edebiyatımızda çok tesirli bir tasavvur olmuşsa da, edebiyatı doğuran şeyin bu tasavvur olduğunu söylemek doğru değildir. Eğer gül sembolü üzerine müstakil bir tahlil yapıp gül ve klasik şiirimizdeki sevgili arasındaki uygunlukları sıralasaydık, klasik şiirimiz gül fikriyle var olmuştur demeyi kimse düşünmeyecekti. Çünkü gül tarihi geçmiş bir şey değildir, ve “tarihi geçmesi lâzım gelen” şiirimizin vefâtından bahsederken merkeze konamaz.
Peki bugün hâlâ güller açıyorken, niçin gazel söylenemeyeceği düşünülüyor? İnsandaki ve lisandaki değişmeler husûsunda dâimâ zaman veyâ mekânâ atfettiğimiz şartları mesûl görüyor, insanı tamâmen mâsum sayıyoruz. Bir medeniyetin ellerimizden kayıp gitmesi, ezelî bir silsilenin kopması demek değil midir?
Dahası da var, kadîm insan dünyâdaki hükümdârlara bakarak ilâhî olanı tasavvur etmiştir demiştik. Peki biz ilâhî olanı tasavvur etmek istediğimizde, yapabildiğimiz tek şey aslında eskilerin pâdişâhlık remzi ile temsil ettiklerini okumak değil midir? En yüce makâmdan bahsetmek için “Âlemlerin Sultânı” demekten başka bir şey bugün elimizden geliyor mu? Hâl böyleyken kadîm edebiyatımızı terk etmek, zannettiğimizden daha derin kayıplar vermemize sebep olmuyor mu?